2016




Biri olmak lazım bence en azından biri için. Siz o biri için hala nasıl bir değeriniz olduğunu bilmiyorsanız en iyi yoldur unutmak. İstemeye istemeye unutmak hemde. Her gece şarkıların sizi ağlayarak uyutup sabah uyanmayı istemeyecek kadar üzücü duruma getirmesidir unutmak. Unutmak acıdır ama hiçbir acı sonsuz değildir üflersin geçer bazılarına biraz daha çok üflemen gerekir sadece, hepsi bu. Unutmak aşkınızın küçüklüğünden değil çaresizliğinizin büyüklüğündendir. Unutmak maviyi kaybetmek gibi bence hemde en sevdiğin tonunu. Unutursun, önce yüzünü sonra gülüşünü, ses tonunu, ellerini, onunla yaptığın tüm çocuklukları, yan koltuğunda kafanı onun omzuna yaslayarak yaptığın uzun seyahati, anlamsız şeylere saatlerce güldüğünüzü, neleri sevdiğini, sinirlendiğinde susuşunu, güldüğünde çukurlaşan yanaklarını ve en acısı kokusunu. Sevmek var aslında, özlemek var, beklemek var, unutmak diye bir şey yok belkide bu bizim yalanımız. Kendimizi kandırmak için söylediğimiz. Ama ne demiş Nazım Hikmet gitmek sadece bir eylemdir unutmak ise kocaman bir devrim...



Bazı insanlar vardır toplumun bir parçası değildir onlar. Müziğin sesini duymayanlar, deli zanneder onları. Tekdüze yaşamayı sevmezler herkesleşmiş hayalleri yoktur mesela. Tek amaçları yüksek okullar bitirip ev, araba sahibi olmak degildir.  Hayata hep farklı bir açıdan tutunur o insanlar. Eline aldıkları fotoğraf makinesinin objektifi bile farklıdır, başka bir açıdan görürler dünyayı. Çoğu insanın göremediği incelikleri farkeder o insanlar. Sıradan olmayı sevmezler. Düzgün bir işi, bir evliliği, çocukları olmasını değilde bir karavanla evini tüm dünyaya taşımak isterler mesela. O insanlar çayı kaç şekerle içtiğinizi bilmekten ziyade açık çay içerler hep bardağın diğer tarafından sizi görebilmek için. Müziğin ritminden çok sözleriyle ilgilenirler mesela. Bir şarkı onları alıp çok uzak bir yerlere götürmüyorsa o şarkı olmamış demektir. Onca yanlışın içinde doğru olmaktan da yorulurlar bazen. Bulundukları yeri sorgulayıp mutsuz da olurlar. Yaptıkları şeyin toplum tarafından onaylanmasıyla da pek ilgilenmezler. Bende o insanlardan biriyim ve sizinle yaşamayı öğrenemediğimden kafamı hissetmiyorum...






Bir yerlerde bir kadın yanağında soğuyan gözyaşları eşliğinde "sana olmayan özlem bir şeye benzemiyor" diyordu. Başka bir yerde bir adam "gözleri gözlerime değince su katılıyordu rakıya denizler açılıyordu önümde" diye anlatıyordu özlemini. Başka bir kadın yalnızlığıyla kareli battaniyesine sarılırken "bu özlemek ne pis bir şey ayakkabının altına yapışmış sakız gibi en sevdiğin ayakkabı hem de" diye düşünüp buruk bir şekilde gülümsüyordu. Çok uzaklarda başka bir adam "özlemek mi ona benzeyen her şiire sarılasım geliyor" diyordu. Hiç bilmediğimiz yerlerde bir kadın "özlemek ölmekten sadece iki harf fazla be çocuk" diye fısıldıyordu kendi yalnızlığının bile duyamayacağı bir tonda. Azı çoğu yoktu işte özlemenin her türlüsü ağırdı. Özlemek sadece sevgiliye duyulan özlem değildi ki yağmur yağdıktan sonraki toprak kokusunu da özlerdi insan, çocukken kıymetini bilmediği oyuncaklarını da, düştüğünde dizinin kanamasını bile özlerdi. Özlerken burnunun direği sızlardı insanın öperken koklayarak öptüğü için. Hani bazen deriz ya içimde kötü bir his var diye belkide özlemektir o belkide özlemenin acemisi olduğundan kötü bir his derdi insan. Bazen bir gülüşü özler insan bazen bir kokuyu bazen bir sureti ama en acısı herşeyini unuturda tek kokusu kalır ya aklında işte o zaman anlar özlemenin acımasız bir yokluk olduğunu. Sanırım tüm mucizeler biz özlemeyi bıraktığımız anda gerçekleşecek

Belki bilenleriniz vardır Turgut Uyar'ın göğe bakma durağı şiirini. Bu şiirin bendeki yeri çok özeldir. Gittiğim her şehirde bir göğe bakma durağım var benim. Bazen bişeyler olur ve birilerine anlatmanız gerekir ben bu güne kadar beni çok iyi dinleyen birini tanımadım o yüzden tüm mutluluğumu, hüznümü göğe anlattım. O durakta herkes otobüs beklerken ben durup öylece göğe bakardım. Hatta bazen kafayı bununla bozup finalleri bırak göğe bakalım hatta okulu bırak göğe bakalım dediğim arkadaşlarım oldu. Sonucunda bana anlamsızca bakan iki çift gözle karşılaştım. Belki size de saçma gelicek ama benim kendi içimde çok derin bir dünyam var. Bazen o durağa gidip gece yıldızları izlediğim de olmuştur benim. Bazen saatlerce durup göğe bakarak konuştuğum zamanlarda. 




Göğe Bakma Durağı


İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım

Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından

Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından

Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar

Şu aranıp duran korkak ellerimi tut

Bu evleri atla bu evleri de bunları da

Göğe bakalım



Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım

İnecek var deriz otobüs durur ineriz

Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya

Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum

Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun

Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam

Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım

Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda

Beni bırak göğe bakalım



Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım

Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum

Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi

Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor

Seni aldım bu sunturlu yere getirdim

Sayısız penceren vardı bir bir kapattım

Bana dönesin diye bir bir kapattım

Şimdi otobüs gelir biner gideriz

Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç

Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin

Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat

Durma kendini hatırlat

Durma göğe bakalım



Turgut Uyar



Eğer yürüdüğün yolda engeller yoksa o yol seni bir yere götürmez.

Bazı insanlarla yüzleşmek zordur, haksız çıkarsın. Çünkü onların galip gelecekleri ikinci bir yüzleri daha vardır.

Akıllı adam aklını kullanır. Daha akıllı adam başkalarının da aklını kullanır.

Ne istersen yapabilirim gibi geliyor bana, çünkü istediğim hiçbir şey yok artık.

Hayvanlar benim arkadaşlarım ve ben arkadaşlarımı yiyemem.

Bir kadın, bir koca buluncaya kadar geleceği konusunda endişelidir. Bir erkek ise ancak bir kadınla evlendikten sonra geleceği konusunda endişelenmeye başlar.

Keyifler değildir yaşamı değerli yapan. Yaşamdır, keyif almayı değerli kılan.

Dünyada iki tane trajedi vardır. Biri kalbinizdeki tutkuyu yitirmek, diğeri ise kaybettiğiniz tutkuyu geri kazanmaktır.

Bazı insanlar, bazen insanlar.

Bir dindarın bir şüpheciye göre daha mutlu olmasının, sarhoş bir kişinin ayık bir kişiye göre daha mutlu olmasından farkı yoktur.

Köle gibi eğitilenler, köle gibi yönetilebilirler ancak.

Birisi olacaksa; geçmişimi merak ederek değil, geleceğimi hayal ederek gelsin! Korkaklarla yürüdüğüm yolda, tek kalmaktan yoruldum.

Bize bir kaç deli gerek, şu akıllıların yol açtığı duruma bak!

İşleyebileceğiniz en büyük günah, başkasından nefret etmek değil, ona kayıtsız kalmaktır. İnsanlık dışı olmanın özü nefret değil kayıtsızlıktır.

Suskunluk, aşağılamanın en iyi anlatım biçimidir.

Kaplan adamı öldürmek isterse adı vahşilik, adam kaplanı öldürmek isterse adı spor olur. Suç ile adalet arasındaki fark da bundan büyük değildir.

Çıplak bedenler bizi şaşırtmıyor artık, çıplak beyinlerdir varlığına dayanamadığımız.



Bir kez kalp kırıldı mı, geriye dönüş yoktur bunun. Hiçbir şeye aldırmaz olursunuz. Mutluluğun sonu, huzurun başlangıcıdır bu.

Kanat aç sen kalbim, kanat aç engine. Aşkın bir yük oldu, düşemedin dengine.

Gelecekte doktorların hastalarına yazacakları reçete, Müslümanların kıldığı namaz ve tuttuğu oruç olacaktır.

İlk aşkımız biraz sersemlikle bir hayli meraktan ibarettir.

Yaşlandığımız için oyun oynamayı bırakmayız, oyun oynamayı bıraktığımız için yaşlanırız.

Tecrübelerimizle biliyoruz ki; kimse tecrübelerden ders almıyor.

Yirmisinde komünist olmayanın kalbi, kırkında hala komünist olanın aklı yoktur.

Tecrübe, insanların hatalarına verdikleri isimdir.

Müşkülün müşkül üstüne, problemin problem üzerine yığıldığı günümüzde, bütün problemleri bir kahve içme rahatlığında çözen Hz. Muhammed’e, beşeriyetin çok ihtiyacı vardır.

Bilgi paraya benzer, kazandıkça tutkuya dönüşür, ancak bu iyi bir tutkudur.

Dertli olmanın sırrı, dertli olup olmadığımızı düşünecek kadar boş vakte sahip olmamızdır.

Para açlığı giderir, mutsuzluğu değil, yemek mideyi doyurur, ruhu değil.

Sözünüz senediniz kadar sağlam olamaz; çünkü belleğiniz hiçbir zaman onurunuz kadar güvenilir olamaz.

Benim şaka tarzım doğruyu söylemektir. Doğru dünyadaki en komik şakadır.

Hatalarla dolu bir hayat, hiçbir şey yapmadan geçirilen bir hayattan daha onurludur.

Kendi dilini bilmeyen başka dil öğrenemez.

Sorun çaresizlik değil, isteksizlik. İsteksiziz, çünkü çocuklukta bize uygulanan ilk şey, içimizdeki isteği öldürmektir.

Kahramanca can vermek yeteneksiz kişilerin ünlü olabildikleri tek yoldur.

Attığınız tokada karşılık vermeyen kişiden sakının: o hem sizi bağışlamaz hem de kendinizi bağışlamanıza olanak bırakmaz.

Beğenmediğiniz bir şeyi alkışlamak, yalan söylemenin birçok çeşidinden biridir.

Evlilik, pencere kapalıyken asla uyuyamayan bir erkekle, pencere açıkken asla uyuyamayan bir kadın arasındaki ittifaktır.

Biz iki hırsız arasında kendimizi ifade ederiz. Düne ait üzüntüler ve yarına ait korkular.

Diş ağrısı çekenler dişleri sağlam olanları; yoksulluk çekenler de parası çok olanları mutlu sanırlar.

Sessizliğe inananlardan yanayım; bu konuda saatlerce konuşabilirim.

Gençken yaptığım on şeyden dokuzunun başarısızlıkla sonuçlandığını gördüm. Başarısız olmak istemiyordum onun için ben de on kat daha fazla çalıştım.

Gerçek şu: özgürüm, sağlıklıyım, mutluyum ve patlıyorum sıkıntıdan!

İnsanlar kendi durumlarıyla ilgili olarak her zaman koşulları suçlar. Ben koşullara inanmam. Bu dünyada yol alan kişiler, ayağa kalkıp istedikleri koşulları arayan ve bulamadıklarında yaratan insanlardır.

Yanlışlık fare deliğinden geçer, doğruluk kapılardan sığmaz.

Ölümü ortadan kaldırırsanız, doğum gereğini de ortadan kaldırırsınız: üremeyi sürdürürseniz, çocuklara yer açmak için sonunda yaşlıları öldürmek zorunda kalırsınız.

İnançlı birinin inançsız birinden daha mutlu olduğu fikri, sarhoş birinin ayıktan daha mutlu olduğunu iddia etmek gibidir.

Hayatta saadeti yapan şeyler çok küçük parçalardır. Bir iyilik, bir gülümseme, tatlı bir bakış, iyi bir dilek. Aslında mutlu olanlar, bu küçük şeylerin huzuruna varmış olanlardır.

Demokrasi, hak ettiğimizden daha iyi yönetilmeyeceğimizi garanti eden bir sistemdir.

İnsanların ölmesiyle yaşamın gülünçlüğü nasıl değişmezse, insanların gülmesiyle de yaşamın ciddiliği değişmez.

Akılsızın biri, ülkesinin en akıllı insanını aşabilir. Bunu yapmaya can atar hatta.

Gencim ben. Yaşamımda bir şeyler olmasını öylesine istiyorum ki. Onların yaşına gelince hiçbir olaya karışmadan yaşamak isteyeceğimi söylüyorlar. Onların yaşında değilim ki ben.

Savaşları kazanabilir, kentleri zapt edebilirsiniz ama ulusları fethedemezsiniz. Hala anlamadınız mı bunu?

Bütün zekâmı, yeteneğimi, şöhretimi, eserlerimi akşam eve zamanında gelip gelmeyeceğimi merak eden bir kadın için feda edebilirim!

Siz var olan şeyleri görür ve şöyle dersiniz: Neden? Oysa ben olmayan şeyleri hayal eder ve derim ki: Neden olmasın?

Yaptığınızı, bir başka budalanın, bunları sizden beklediğini düşündüğünüz için yapıyorsanız, onun sizden bunları beklemesi de, sizin onun bunları beklediğini umduğunuzu sandığından ileri geliyorsa, herkes istemediği bir şeyi yapıyor demektir. O zaman ortaya budalaca bir durum çıkar.

Çılgın mı doğmuştum, yoksa fazla mı akıllıydım bilmiyorum; benim dünyam yeryüzüne uygun değildi. Düş dünyasından çıkıp gerçeklerle karşılaşınca tedirgin oluyordum. Toplumun dışında, siyasetin dışında, sporun dışında, kilisenin dışındaydım. O günlerde, eğer öyle bir deyim bulunsaydı,” her şeyin dışındaki ” denebilirdi bana.

Dâhiler, içkiyi bir ilaç gibi kullanıp içe içe yaşamsal sermayelerini tüketebiliyorlar. Atatürk, bu yolla Türk uygarlığını kurtardı; ağzına bir damla içki koymayan Hitler ise Almanya’yı batırdı. Edmund Kean, Frederick Robson ve Charles Dickens, kızıştıran uyarıcılarla yaşamlarını sürdürebildiler. Bu onlara “olumsuzluk”. Denen en yüce profesyonel unu sağladı; ama hepsi altmışına varmadan öldüler.

'Hayat aslında bir okuldur.' Bu lafı herkes söyler. O çok bilenler özellikle. Bence hayat tek dersi olan bir okul diğer olaylar ise bu dersin bir alt sürümü gibi bir şey. ''Hayat aslında bir okuldur.' Bu lafı herkes söyler. O çok bilenler özellikle. Bence hayat tek dersi olan bir okul diğer olaylar ise bu dersin bir alt sürümü gibi bişey. 'İHANET' 

Bizler hep ihanete uğradık hayatımız boyunca ve her ihanete uğradığımızda da kendimizi suçladık. Her fırsatta bir rakı içtik. İnsanın en ağır ihanet sınavı şu sırayla gelişir. İlk ailesi tarafından ihanete uğrar. Anne baba ayrılır ya da büyük bir yalan. Ve bizler o küçük yaşlar da küçük beynimizde bunu büyültürüz. Zaten zor olan durumu kendimize daha da zorlaştırırız. Her zaman yalnız kaldığımızı düşünürüz. Ardından biri gelir ve ne yazık ki bir insandır. İnsanlar ihanet eder... Bu durum doğamız gereğimi var bilmiyorum ama böyle. Ardından o giden sevgilinin ardından bir kin bir nefret doğar ve intikam serüveni başlar. O sıra bir dost gelir halbü ki ne güzel insandır o dost sırtımızı sıvazlarken! İnsan hiçbir zaman onunda diğer insanlar gibi olacağını düşünmez ama ne yazık ki insandır o da! Ardından bu kin bütün insanlara döner ki asıl serüven burada başlar! Nedenini bilmiyorum ama sinirli ve kin tutan insanlar her zaman dikkat çekerler yalnız kişiler! Birden etrafı sahte dostlarla dolar hani o lafta yanınız da olanlardan var ya onlardan! Artık herşey için çok geçtir toplum içinde o bireyde bu dostlar içinde insan olmuştur ne yazık ki!

Ama ben çok şanslıyım ailem tarafından bu denli bir ihanete uğramadım ve benim dostlarım hep o sonradan insan olmuş bireylerlerden oluştu! Tabi bu durum biraz zaman aldı o sıra ben de bir çok insan tanıdım ama dediğim gibi herşey için çok geçti artık! İhanetlerin ve bizi bu yaşama sürükleyen sürüden intikam alma vakti gelmişti!' 




Bizler hep ihanete uğradık hayatımız boyunca ve her ihanete uğradığımızda da kendimizi suçladık. Her fırsatta bir rakı içtik. İnsanın en ağır ihanet sınavı şu sırayla gelişir. İlk ailesi tarafından ihanete uğrar. Anne baba ayrılır ya da büyük bir yalan. Ve bizler o küçük yaşlar da küçük beynimizde bunu büyültürüz. Zaten zor olan durumu kendimize daha da zorlaştırırız. Her zaman yalnız kaldığımızı düşünürüz. Ardından biri gelir ve ne yazık ki bir insandır. İnsanlar ihanet eder... Bu durum doğamız gereğimi var bilmiyorum ama böyle. Ardından o giden sevgilinin ardından bir kin bir nefret doğar ve intikam serüveni başlar. O sıra bir dost gelir halbuki ne güzel insandır o dost sırtımızı sıvazlarken! İnsan hiçbir zaman onunda diğer insanlar gibi olacağını düşünmez ama ne yazık ki insandır o da! Ardından bu kin bütün insanlara döner ki asıl serüven burada başlar! Nedenini bilmiyorum ama sinirli ve kin tutan insanlar her zaman dikkat çekerler yalnız kişiler! Birden etrafı sahte dostlarla dolar hani o lafta yanınız da olanlardan var ya onlardan! Artık her şey için çok geçtir toplum içinde o bireyde bu dostlar içinde insan olmuştur ne yazık ki!



Ama ben çok şanslıyım ailem tarafından bu denli bir ihanete uğramadım ve benim dostlarım hep o sonradan insan olmuş bireylerlerden oluştu! Tabi bu durum biraz zaman aldı o sıra ben de bir çok insan tanıdım ama dediğim gibi her şey için çok geçti artık! İhanetlerin ve bizi bu yaşama sürükleyen sürüden intikam alma vakti gelmişti!



İhtimal vermezdim o sokaklarda mutlu adımlar atacagıma 
Sanki cennetteydim onunla dolaşırken sahil kenarında 
Tek dileğim vardı zaman dursun derdim o anda 
Ahh işte gel görki hayat bi kez daha yendi bizi 
Nasılda güzeldi o güneşin batışı vapur sesleri  ve martı çığlıkları  
Bilirim kim sevmezki zaten böyle akşamları 
Unutursun herşeyi bi anda alır büyüsü altına
Lakin geç bozulur büyüsü bak sersemim hala

Saflığım doruklardaydı sadece mutluydum ve sürekli gülüyordum
En azından öyle olduğumu düşünüyordum çünkü mutluluğa acemiydim 
Nolcak şimdi diyordum sonu ne yani bu böyle gidecek mi  ?
İşte şimdi anladım sadece fazla fazla kaptırmışım kendimi 

Sevemedim o şehri beni üzceğini hissetmiştim sanki
Eksikte olsa anılarım kaldı orda , kalsında
Vedalaşırken gözleri kal dercesine bakıyordu bana
Madem büyüksün İstanbul bizi ayırmasana 
İnceden sessizlik oldu şehir bile susmuştu o anda 
Yorgun olduğumu  hissettim birden aniden yıkılırcasına
O zaman anladım bu hikayemde buraya kadarmış aslında  
Rıhtımımdan bir gemi daha kalkıp gitti  sonsuzluğa 
Uzattım biliyorum 
Madem öyle son sözümü söylüyorum. İSTANBUL SENİ SEVMİYORUM  







Terimsel anlamı: üretim araçlarının kamunun, devletin elinde olması, ekonomik etkinliklerin kâr yerine insanların gereksinimlerini karşılaması gerektiğini öne süren, değer olarak emeğe önem veren, toplumun örgütlenmesinde köklü değişiklikler amaçlayan siyasal öğreti.

Sözlükte yazanlar bu olsa dahi bence sosyalizm komünizm ile kapitalizm arası bi durumdur. Bunun en iyi örneği ise nazilerdir. Almanca açılımı Nationalsozialismus dir ve bunun Türkçe açılımı ise Nasyonal sosyalizm dir. Dikkat edecek olursanız her şey devlete aittir fakat işçiler yine çalışır ve herşey Almanya içindir. Daha sonra amacından sapmış da olsa. 


Bunun yanı sıra bütün kamu kuruluşları ise halka ücretsiz hizmet sağlar. Üniversiteler, hastaneler, ulaşım, enerji kaynakları vs... Fabrikalar ve diğer iş alanları burjuvaların yani zenginlerin değil devletin olur. 





Bazı insanlar sevgilim yok ve ben böyle iyiyim derler. Ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum. İlk başlarda insana güzel gelebilir bu durum. Ama zaman geçtikçe yalnızlığın ne kadar kötü bir şey olduğunu anlar insan ve gittikçe kaybeder. Önce uzaktaki arkadaşlarını ardından yakınındakileri git gide ıssızlaşır insan. Tek başına kalır. Yalnızlık salgın bir hastalık gibi bir virüs gibi bir şeydir aslında. 



Tıpkı bir kanser gibi yalnız kalır ve gittikçe yalnız kalırsın ve bu yalnızlık gittikçe üzerine yapışır. İnsanlarla tanışmak bu durumdan kurtulmak istersin ama bir bakmışsın artık onlardan biri değilsindir. O kadar çok yalnız kalmış ve yalnızken o kadar çok düşünmüşsündür ki artık onlardan biri değilsindir, anlamsız gelir o insanlar sana. Sıradan bir insan kadar basit düşünemezsin artık. Ve fark edersin ki toplumun sana dayattığı kadar basitleşemiyorsun. Bazen denersiniz birileriyle bir şeyler yapmayı ama sadece o insanları da incitirsiniz. 





1930 yılı idi. Bir gün midemden rahatsızlandım. Karım bir doktora gitmemi söyledi ise de aldırmadım. Günler geçtikçe rahatsızlık artıyordu. Bir gün karımın ısrarlarına dayanamayarak tanıdık bir hekime gittim. Bir parça bizmut içmemi tavsiye ederek, beni bir briç partisine çağıracağını sandığım arkadaşım, hayatımda çok büyük bir etki bırakan bir teşhis koydu: midemde ülser vardı. En az altı süreyle açık havada dinlenmem lazım geliyordu.



Acı olan mutlu olmamak değil, mutlu olabilecekken olamamaktır.



Cehennem, umudunu kaybetmektir.



Dinler çok,sebep ise birdir. Hepimiz kardeşiz.



Nefesinden feragat etmeyen, gerçek hürriyete kavuşamaz.



Üzülmek, yarının sıkıntısından bir şey eksiltmez. Sadece, bugünün gücünü tüketir.



Büyük tereddütlerden sonra İskoçya’nın bir yaylasında Talbert adlı köy yakınında bir çiftliği dinlenme yeri seçtim. Çalışmaya alışmış bir kimse için böyle sorumlu dinlenme kadar kötü acı olamaz sanırım. Daha birinci hafta sonunda çileden çıkmış durumdaydım. Bana her türlü beden hareketi yasak edilmişti. Tavuklara bakmaktan ve ineklerle dostluk kurmaya çalışmaktan başka yapacak iş kalmıyordu. Bir şeylerle uğraşmayı düşünürken aklıma yazmak geldi. Öteden beri içimde yazı yazmak hevesi duyardım. Hatta bazen karıma açılır, olanak olursa bir roman yazacağımı söylerdim. O bu sözlerimi tatlı bir gülümseyişle ciddiye almaz, “öyle mi sevgilim?” diyerek konuyu yavaşça hastalarıma ve mesleğime getirirdi. Yaylanın bu sessiz gölü kenarında bir seçme yapmak mevkisinde olan insanların önüne çıkan muamma şu anda benim de karşıma dikilmiş bulunuyordu. Yağmurdan ıslanmış, utangaç bir halde çiftliğe döndüm. Çöp tenekesinden nemlenmiş ve kirlenmiş kâğıtları çıkardım. Mutfağın fırınında kuruttuktan sonra masamın üstüne serdim. Tekrar çalışmaya başladım. Kendimi hırpalarcasına çalışıyor, artık kadere yenilmek, boyun eğmek istemiyordum. Bu iradeli çalışma, meyvesini vermekte gecikmedi. İkinci bir üç ay sonunda kitabımın altına (son) kelimesini yazdım.

kaç kişiyi öldürdüm düşlerimde
kaç kilo çekerdi yalnızlık
kaç kere ezildim altında
yaz yağmurlarının

belki de palyaçolar ağlardı pazartesi sabahları
her sirk geldiğinde ağlamaklı olurduk
hep ağlamaklı olurduk gülünecek halimize

kim sevmezdi çiçekleri filan
”ben sevmezdim” dedim, “yalan” dedi

bunu palyaço söyledi,
palyaço söyledi ben yazdım
yazdım, yazmasam ağlayacaktım

herkes ağlarmış biraz, ben de ağladım
sırf bu yüzden mi ağladım
alçaklık gibi bir şey oldu bu biraz

biraz birazdım her şeyden
dün biraz sinirlenmiştim mesela
yarın bir kadını seveceğim biraz
biraz biraz kör oldum bügünlerde

ama rakı kadehlerini boşaltmayın
eksilmesin hiçbir şey
hiçbir şeyden dahi olsa
kalsın biraz

ii.

umursamıyorum yılgınlığımı filan
çünkü sessizce yaşanmalı her şey
bir devrim sesszce olmalı mesela
ve her sözcüğüne inanmalı bir palyaçonun

bir palyaço neden yalan söylesin ki
ben palyaço olsaydım söylemezdim
marangoz olsaydım da söylemezdim
ben insan olsaydım yalan söylemezdim!

hem nereden çıkardınız palyaçonun yalnızlığını
kaç kilo çeker ki bir palyaço
hem neden yüzüme vuruyorsunuz
bir çirkin ördek yavrusu olduğumu

gocunmam ki ben, ben gocunmam
bir palyaço ne kara gocunmazsa
o kadar, o kadar gocunmam işte

rakı doldurun! eksilmesin

iii.

bitmedi, yazacağım daha
yazmazsam ağlayacağım çünkü
alçakça olacak biraz

hem biz o zaman kimdik ki, nerelere giderdik
her sokakta biraz daha eksilirdik 
bilirdim, geceleri puslu puslu olurdu bazen
bazen birisi fısıldarmış gibi olurdu
”duyamadım”, derdim, “tekrar et!”
sessizliğe bürünürdü o vakit her şey
sokaklar daha bir puslu
palyaçolar daha bir ağlamaklı olurdu
ve ben daha bir alçak olurdum
ağlardım biraz

hem sen kimsin, çekiştirme diyorum
hatta kuyruğuma basma diyorum
acıyor, tırmalarım,-
diyorum

kahrol, kahrol!
diyorum

iv. 

geçen gün yüzüme rastladım bir ilan panosunda
korktum birden, kusacak gibi oldum
”olur öyle” dedi palyaço,
”herkes alçaktır biraz”
”otur ulan!” dedim, bağırdım ona
ben bazen bağırırım biraz

”rakı doldur!” dedim, “eksilmesin!”
ben bazen eksilirim biraz
aslında hepimiz eksilirmişiz biraz
bunu sonradan öğrendim

ben aslında her şeyi sonradan öğrendim
herkes herkesi sonradan öğrenirmiş
bunu da sonradan öğrendim

örneğin;

geçen gün bir kadınla seviştim
biraz değil çok seviştim

ya işte öyle palyaço
diyorum ki,
bunu da yeni öğrendim
sevişmek de eksilmekmiş biraz

v.

kim sevmezdi ki kuş ötüşlerini filan
”ben sevmezdim” dedim, “yalan”
dedi
bunu palyaço söyledi
palyaço söyledi, ben yazdım
yazmasam, alçak olacaktım
hem ben roman da yazdım biraz

bazen diyorum ki, palyaço,
sen olmasan ben ne yaparım
alçakça eksilirim belki biraz
her yağmur yağışında yerindi dibine girerim
hiçbir kadının kasıklarını öpemem belki
ya da unuturum sonradan öğrendiklerimi

biraz biraz anlıyorum ki,
yüzler eller, o terli vücutlar filan
her şey plastikmiş biraz

vi.

haydi sirtaki yapalım palyaço
rakı doldur, yine eksildik biraz.





Bazen insanları anlamıyorum. Mesela bir insan biriyle ilişki kuracağı zaman neden geçmişine bakar ki? Ya da neden temiz bir geçmiş ararlar? Aslında insanlar geçmişi hatalarla dolu olan insanlarla evlenmeli. Çünkü hata yaptıklarında ne olacağını bilirler. Hatta bundan uzak dur dedikleri insanlarla birlikte olmalılar. Çünkü öyle insanlar aldatmazlar. Gözleri dışarıda olmaz. Zaten dışarıda ne olduğunu bilirler. 


O insanlar sadece yanlarında biri olsun isterler. Güvenebilecekleri biri, her şeyleri olabilecek biri. Tıpkı onlar gibi uzun süre yalnız kalmış biri. Hayatı hatalarla dolu olan kişiler bazen sadece rakı içecekleri birini ararlar, bazen ise sadece dinleyecekleri birini, kimi zamansa susmayacakları kişiyi. Yorgun biri olmak istemezler artık, kurtulmak isterler. Çok fazla değer vermek isterler mesela.





Birlikte film izlemek bile mutlu eder bu insanları...




Az önce bi yazı yazacaktım her ne olduysa senaryoya döndü kendi kendime konuşmaya başladım. Gerçe onuda yazamadım daha sonra, sanırım tam sarhoş olamadım. Artık kendime iyi bakıyorum tıpkı Neşet Ertaş'ın dediği gibi 'Canıyın gıymatını bil garı gönüüm' Bugün farklı bi durum oldu. Bugün benim doğum günümdü ve kimse aramadı. İşin garibi ise o aklıma gelmedi, içtim yine aklıma gelmedi. Unutuyorum sanırım... Unuttuğum için bu kadar üzüleceğimi hiç düşünmemiştim. 

Kitap okuyorum yine, yeni müzikler dinliyorum ve sadece bira içiyorum. Rahatladım artık, sanki bir yük kalkmış gibi sadece boşlukta gibiyim. Sanki yeni gitmiş ve ben yeni yalnız kalmışım gibi. Fakat durum bu sefer farklı, yanımda arkadaşım da yok ve ben yalnızlıkdan yapayalnızlık durumuna geçtim sanırım. Yeni insanlar tanımak istedim ama hiç tanımadığım bir adamın bana söylediği söz aklıma geldi. O attığım tweete verdiği yanıt, 'Yeni insanlar da bir gün eskir kardeşim.' sanırım hak verdim. Hak vereceğimi hiç düşünmemiştim ama hep o insanlar.

İnsanlar biraz sorunlu sanırım bu sefer faşist biri olacağım ve çok sıradan bir söz söyleyeceğim. Bütün insanlar aynıdır. Yalancıdır insanlar her şeyi bilirler ama aslında sadece boş konuşurlar. Yani sonuç şu; müzik... Sevin müzikleri onlar çok daha güzel şeyler anlatıyor.


Hani derler ya kitap en güzel hediyedir diye evet, ama öyle parlak paketlere sarılmış kitaplar değil yaşanmışlıkları olan kitaplar. Daha önceden en az bir kişinin hikayesini taşıyıp, kütüphanesinde belki de tozlanarak yer almış bir kitap...Sevdikleriniz tarafından "herşeyin en güzeli sana olsun ve en sevdiğim kitabımda" notlarının yazılarak size verildiği bir kitap... Her sayfasına küçük notlar alınmış belki okurken aynı duyguları yaşayacağınız bir kitap... Sevilen yerlerin altının kurşun kalemle gülümseyerek çizildiği bir kitap... Kısacası yaşanmışlıkların olduğu bir kitap... Çok sonradan anladım ki bir yürekte kitaba duyulan sevgi şart. Hayatınızda hiç sahafa gittiniz mi bilmem ama mutlaka denemelisiniz orada vaktin nasıl geçtiğini anlamadığım çok olmuştur. Saatlerce bir kitabı alıp sayfaları tek tek karıştırıp altı çizilen yerleri defalarca okumak ve daha önceden kitabın ait olduğu kişi kim ve okurken ne hissetti diye düşünmenin yanı sıra kitap kokusunun verdiği huzurla dünyadan sıyrılıp hayal dünyasına geçiş yapmak. Neden mi anlattım bunları? Çünkü eğer birine kitap hediye edecekseniz size ait olan bir kitabı hediye edin belki bir kitabın içinde yaşayamazsınız birlikte ama bir kitabı yaşamış olursunuz. 




Ne çok tonu var şu mavinin aşk gibi, sarmaşık gibi sarmış sarmalamış her yanımızı ne zaman mı başladım mavinin hikayesini yazmaya mavinin en güzel tonunu kaybettiğimde başladım... Belki denk geliceksin bu yazıya ama hiçbir zaman bilmeyeceksin hikayemi yabancı, ben maviyi bana ait olmayan bir şarkının nakaratında sabaha karşı beş gibi sevdim. Sonra hayatıma giren tüm insanlar mavinin bir tonu olmaya başladı. Mavi diyorum, herkesin hayatında bir tane olmalı. Gökyüzünün mavisini değil denizin mavisini severim ben çünkü hiçbir zaman kocaman boşluklarım olmadı. Mesela bir erkek iltifat ederken mavi gibisin her tonun güzel diye iltifat etmeli bir kadına. Maviyi yakıştırarak sevmeli şiir gibi kadınları, adamlar , satırlar ziyan olmasın diye. Mavinin en güzel tonunu kaybettikten sonra çok değiştin diyorlar. Ben buna itiraz ediyorum çünkü ben hala maviye aşığım... Çünkü mavilikte çocukluk gibi unutulmayacak hiç. Eğer umudun bir rengi olsaydı mavi olurdu umutlar sonsuzdur. Deniz gibi... Gökyüzü gibi... Çok sevebilirsiniz bir maviyi hatta bir insana sarıldığınızda üstünüz başınız mavi olabilir. Ya da sırf maviyi seviyor diye bile sevebilirsiniz bir insanı. Çünkü tüm renkleri toplasak bir mavi etmiyor. Eee o zaman soruyorum size nerede mavi mutluluklar?

Ben yine içiyorum, zaten ne zaman içmiyorum ki gerçe. Ama bu sefer durum farklı şarap içiyorum. Zaten bi şarap içerken birde rakı içerken böyle oluyor. Aklıma hep birşeyler geliyor. Aslına bakarsan birşey olacağı da yok stabil yani yine ama sadece daha ayrıntılı düşünüyor insan. Mesela neden insan utanır ki. Alkolün en çok bu huyunu seviyorum. Net konuşturuyor insanı. Sanırım cesareti tetiklediği için. Aklıma işte bu düşünce geldi, 'Neden içiyoruz.' Bu kez cevabı buldum sanırım, bütün mesela 10 saniyelik deli cesareti. Hem o zaman insanlar daha fazla sever belki, daha fazla sevişir belki de.



Belki de insanlar bazı anıları silmek istedikleri için geceyi silene kadar içerler.




Bence hayat kalem ve kağıt arasında ki boşluk gibi yazmaya başladıkça insan tükenmeye başlar.




Biz cipsden taso çıkınca sevinen insanlardık belki de bu acıları bu yüzden silemiyoruz hayatımızdan.




Zamanın azizliğine uğramış kalmışım ki bedenimdeki sızıları umursamaz olup kendimi bir boşluğa sürüklemişim de haberim yok, dolmuyor...

Peki sizce insanların acılarını çok konuşmasıyla ya da susmasıyla ölçebilir miyiz? İlk başlarda bütün insanlar çok konuşur ama yaşadıkça düşünmeye başlar. Düşünen insan çok konuşmaz aslında, çok yaşayan insan değil. İnsan sadece yaşadıkça düşünür. İşte insan bu sırada daha çok yaşarsa artık düşünmekten de sıkılır ve konuşmaya başlar. Gereksiz şeylerden uzun uzun, ardından saçmalamaya başlar ve çok konuşan insanların çoğu gibi abartır. Bu insanlar toplumdan çok kabul görmez. Tıpkı kabul görmeyen diğer insanlar gibi onları da anlamazlar. İstese de anlayamazlar çünkü asıl can alıcı noktayı hiçbir zaman anlatamaz. Aradan biraz zaman geçtiğinde o kadar çok konuşmuştur ki artık asıl konuya o bile hakim değildir. Boşverin siz insanlara inat saçmalayın insanlara inat çok konuşun, çünkü anlayamazlar, anlatamazsın. 



Tıpkı ben dinleyince çok güzel gelen ama insanlarla dinleyince anlamsızlaşan bir şarkı gibiydin. Çok güzel yaşadım seni ama anlatamadım kimseye. 




O kadar çok konuşuyordum ve o kadar yalnızdım ki çevremde ki hayali insanlarla bir şehir kurabilirdim.




Bazı insanlar için ıssız adam olmak, dışlanmış adam olmak yalnız kalmak çok güzel bir şeydir, özellikle de ergenlik çağındakiler için. Artık öyle olmak istiyorum...






Bilin ki sizi zorlayan şeyler sizi ileriye taşıyacak olan şeylerdir. 
                                                                                                 'Add ANTER'



JOSEF MENGELE KİMDİR?


"Ölüm meleği" olarak bilinen Josef Mengele Nazi toplama kampı Auschwitz-Birkenau`da yaptığı acı verici ölümcül deneylerle tanınıyor.


Toplama kampındaki mahkumların hangisinin öldürüleceği, zorla çalıştırılacağı ve üstünde deney yapılacağını belirleyen SS doktorların başında geliyordu.

Mengele, Nazi lideri Adolf Hitler'in en değer verdiği insanlardan biriydi çünkü Nazi Almanyası için mavi gözlü, sarı saçlı saf bir ırk yaratacaktı.

Joseph Mengele: Yahudi Çocukların "Haçlı Zebanisi''...


Joseph Mengele Çocukları Seçerken
      Ölüm Meleği

 O, diğer Nazilere nazaran daha kibar, daha sevecen davranışlarıyla dikkat çekiyordu. Yahudilerle dolu trenler Auschwitz kampına getirildiğinde, elindeki kırbacı onlara vurmak için kullanmayan ender SS üyelerinden biriydi. 
        Mahkumlar onun bu sevecen tavrına güveniyor ve onun söylediklerini yapmaya gayret ediyordu. Fakat hiç biri bilmiyordu ki, onun kırbacının görevi daha farklıydı. O kırbacını sola doğru hareket ettirdiğinde o gruptaki Yahudiler gaz odalarına götürülüyor, sağa doğru hareket ettirdiğinde ise o gruptakiler ağır şartlar altında çalışmak üzere ya da iğrenç deneylerde kullanılmak üzere yaşamaya devam ediyordu. Oradaki mahkumların yaşamaları onun kararına bağlı olduğu için ona "Ölüm Meleği" diyorlardı. Evet, o isim; Joseph Mengele idi...


Joseph Mengele'nin Nazi Yolculuğu...


       Mengele 1911 yılında doğduktan sonra herkes onun normal bir çocuk olduğunu düşünüyordu. Zeki, aklı başında ve çalışkan... Tıp fakültesini kazanmış ve mezun olmuştu. Yakışıklı, çekici ve konuşmasını bilen biriydi. Büyüdüğü kasabada bütün kızların gözdesiydi. Fakat mezuniyeti sırasında iktidarda bulunan NSDAP'in (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi)) fikirleri onu etkilemeyi başardı ve Nazi olmaya karar verdi. NSDAP'ye katıldıktan bir yıl sonra Hitler'in özel koruma ekibi olan SS birliğine girmeyi başardı ve savaşlara katıldı. Bir savaşta yaralanıp "savaş sırasında kullanılamaz" raporu aldıktan sonra ise Hitler tarafından Auschwitz kampına yollandı ve Alman askerlerinin güvenliği için özel deneyler yaptı. Bu deneylerden bir çoğu insanlık dışı, vahşet dolu ve insanın kanını donduran cinstendi...
Bazı deneyleri ise şunlardı; 






Bir insanın basınca ne kadar dayanabildiğini öğrenmek için güçlü Yahudileri yüksek basınç odalarında iç organları patlayana kadar tutmak (bu sayede Alman paraşütçülerinin ne kadar basınca dayanabildiğini tespit ediyordu)










Alman kamuflajlarının ne kadar soğuğa dayandığını test etmek için fiziken güçlü ve önceden doyurulmuş Yahudi mahkumlara kamuflajları giydirip onları içi buzlu su dolu küvetlerde bekleterek kaç dakikada öldüklerini izlemek (bu sayede Alman birliklerinin Norveç saldırısında buzlu su içinde kaç dakika dayanabileceklerini test ediyordu)





Mahkumun midesini, mahkum hiç bir anestezik yönteme maruz bırakılmazken çıkartıp, yemek borusuyla ince bağırsağı birleştirerek bu şekilde yaşayıp yaşayamayacağını hesaplamak (bu deneyi onlarca kez tekrarladığına dair bulgular var)








Farklı kan gruplarındaki insanların kanlarını birbirlerine transfer ederek mahkumlar üzerindeki etkilerini incelemek (bu sayede farklı kan grupları arasında transfer olasılığını gözlemliyordu)








İnsanların boylarını uzatmak için mahkum bir cüce ile normal bir insanın bacaklarını kesip, normal insanın bacaklarını cüceye dikmeye çalışarak bacakları kullanıp kullanamadığını gözlemlemek







Yapışık ikizleri ayırmak, ayrık ikizleri yapıştırmak... ve daha niceleri.

Fakat Mengele'in en çok ilgilendiği mahkumlar ikiz çocuklardı. Kampa gelen ikiz çocuklar diğer insanlardan çok daha farklı muamele görürdü. Bu ikizler, Mengele'in diğer özel ilgi duyduğu cüceler ve sakatlarla birlikte, SS birliği üyelerinin "hayvanat bahçesi" diye tanımladığı özel bir yerde tutulurdu. Çünkü onlar, Mengele'in en çok merak ettiği "genetik" biliminin birer mucizesiydi ve onların sağlıklı ve mutlu olmaları gerekiyordu. Bunu sağlamak için ikizlere her türlü imkan sağlanmıştı. 

Fakat sağlıklarını yeterince kazandıklarında, iğrenç deneyler onlar için başlardı...

Kimisinin gözüne mürekkep zerk ederek göz renginin genetiğinin değişip değişmediğini incelemeye çalışır ve onların enfeksiyon kaparak kör olmalarına sebep olurdu. Bu ikizler öldüğü zaman gözlerini bedenlerinden çıkartır ve duvarına iğnelerdi.





Bir çok ikizi uyuşturma gereği duymadan ameliyat etmiş ve bir ikizin uzuvlarından birini kesip, diğer ikize dikmeye çalışmıştı. Bir çok ikizi kastre(hadım) etmiş ve/veya cinsiyet değişimi operasyonu uygulamıştı.


Bazılarına hastalık zerk edip, hastalığın ne kadar sürede vücutta yayıldığını ve ne kadar sürede ölüme sebebiyet verdiğini ölçmüştü.






Mengele’nin Canlı Şahitleri;

Onun hakkında en doğru bilgiyi maalesef ikiz kardeşini kaybetmiş ve şans eseri canlı kalmayı başarmış bir mahkum aktarabilir:

"Mengele kardeşim Tibi'ye daha meraklıydı. Nedenini ben de bilmiyorum ama tahminime göre; o benden 10 dakika büyük olduğu içindi bu merakı.
Mengele onun üstünde bir kaç deney yaptı. İlk deneyini yaptıktan sonra Tibi kaldığımız odaya geldiğinde, Mengele'in omurgası üzerinde yaptığı deney yüzünden felç kalmıştı. İkinci deneyden sonra Tibi, Mengele'in cinsel organlarını aldığını söyledi. Dördüncü kez Tibi'yi çağırdıktan sonra, bir daha onu görme fırsatım olmadı. Benden annemi, babamı, iki büyük kardeşimi ve en sonunda da ikizimi aldı."

Canlı kalmayı başaran bir diğer kurban ise şunları söylemiştir:


"Mengele tam bir kasaptı. İnsanların iç organlarını hiç bir anestezik uygulama yapmadan çıkartıyordu. Bir keresinde bir insanın midesini ve kalbini hiç eli titremeden bedeninden ayırdığını izledim. Dehşet vericiydi.
Mengele elinde sınırsız yetkiler bulunan ve bu yetkiler yüzünden çıldırmış bir doktordu. Kimse onu sorguya çekmedi. Kimse kaç kişiyi öldürdüğünü, kaç kişiyi sakat bıraktığını saymadı. Kimse ona "neden öldürdüğünü" ya da "neden sakat bıraktığını" da sormadı. O kendini bilime adadığını düşünen bir psikopattı."



Mengele bütün inceleme sonuçlarını ve deneylerinin raporlarını Berlin'e yollamıştı. Ruslar Berlin kapısına dayanınca bu belgeler yakıldı. Bir çok kaynağa göre ise yakıldığı iddia edilerek Amerika ve Rusya'ya kaçırıldı. Zira her ne kadar iğrenç olsa da, bu deneyler "insanlar üzerinde yapılan ve kesin sonuç veren" deneylerdi ve tıp alanında büyük ilerlemeye sebep olabilirdi, oldu da. Bugün yapılan "yapışık ikizleri ayırma" operasyonunu ilk kez uygulayan Joseph Mengele'dir ve kendisi bu ayırma operasyonunu yapışık ikizler üzerinde denerken onların damar şemalarını ve diğer özelliklerini çıkartarak bu konuda büyük buluşlara imza atmıştır.



Mengele, 2. Dünya Savaşı bitmek üzereyken Auschwitz kampından bir Alman er kıyafeti giyerek kaçmayı başardı. 1949 yılına kadar Almanya'da kaçak hayatı sürdü ve ardından sahte evraklarla Güney Amerika'ya kaçtı. Oradaki Neo-Nazi grupların yardımıyla uzun yıllar yaşadı. Fakat 1985 yılında kendisine ait bazı mektupların Brezilya'dan yollandığı keşfedilince, Brezilya'daki adrese baskın yapıldı ve ev sahiplerinden "1979 yılında öldüğü" bilgisi alındı. Mezarı açılarak DNA testi yapıldığında bedenin ona ait olduğu saptandı. Anlatılanlara göre sonu; denizde yüzerken ayağına giren kramp sonucu boğulmak şeklinde oldu.




Josef Mengele'nin Brezilyadaki saf Nazi Irkı;


Dünya Bülteni / Haber Merkezi

Nazi kamplarında "Ölüm meleği"olarak ün yapan Nazi doktoru Josef Mengele'nin saf Alman ırkını oluşturmak için yaptığı ölümcül deneylerin başarıya ulaştığı öne sürüldü.

National Geografic dergisinin iddiasına göre, Mengele Brezilya'da ücra bir kasabada ölümcül deneylerine devam etti. 
Derginin iddiasına göre Mengele, burada yaşadığı süre içinde mavi gözlü, sarı saçlı bir ırk oluşturmayı başardı. 

Nazi lideri Adolf Hitler'in en değer verdiği insanlardan biriydi çünkü Nazi Almanyası için mavi gözlü, sarı saçlı saf bir ırk meydana getirecekti.

"Ölüm Meleği" olarak ün yapan Nazi doktoru Josef Mengele'nin Nazi toplama kampı Auschwitz'deki ölümcül deneylerine Brezilya'da devam ettiği ortaya çıktı.

Ünlü bir tarihçi Mengele'nin mavi gözlü ve sarı saçlı saf ırk oluşturmak için Brezilya'nın Candido Godol kasabasından deneylerine devam ettiğini, hayata veda etmeden önce de saf ırkı ortaya çıkarmayı başardığını iddia etti.

National Geografic dergisi, Brezilya'daki Candido Godol kentinde şu anda 80 ailenin yaşadığını ve bunlardan 38'inin ikiz olduğunu duyurdu.


















Her şey 1960'ların başında brezilya'nın Cândido Godói kasabasında, ilginç bir şekilde orataya çıkan ikiz gebeliklerden sonra başlıyor. Şuan ki tarih itibariyle 4 kilometrekareye yayılmış olan kasabada 80 aile var. Bu aileler içinde 44 çift ikiz var. Bu rakam dünya ortalamasının yüzde 1000 üzerindeymiş efendim. Candido Godoi hala çoğunlukla alman kökenli insanların yaşadığı bir yer. Ayrıca araştırmacıların elinde 1950-1960'lı yıllara ait, bir lisede çekilmiş fotoğraf var, gamalı haçlı liseli öğrenciler.



Bu olayla ilgili bir sürü spekülasyon varmış, uzaylılar, çeşitli nükleer denemeler vs. ancak en garip olanı ise tam ikizlerin ortaya çıkmaya başladığı dönemde aynı coğrafya içinde Joseph Mengele'nin izine rastlandığı ifade ediliyor. Mengele savaş sonrası karmaşasında sahte bir pasaportla italya genova'ya kaçtı, ordan da 1949 yılının sonlarında güney amerika'ya giden bir kuru yük gemisine bindi. Arjantin'in başkentine gelmişti. Mengele'nin ikiz saplantısı devam etmekteydi.

Araştırmacılar, o yıllarda yaşamış olanların ifadelerini almışlar, buna göre mengele'nin fotoğraflarını göstermişler, evet o demişler, ara sıra kasabamıza gelen, ziyaret eden, hamile bayanlarımızı tedavi eden kişi bu diyorlarmış. İşin daha da ilginç kısmı bazı çevre kasabalarda kendini veteriner olarak tanıtan bir alman varmış. Kendilerine ikiz gebelik sağlayacak ilaçlar vereceğini, ineklerinin verimlerini arttıracak yollar vaadetmiş. Hatta şuan kasabada oldukça fazla ikiz inekler de mevcutmuş ki bunları da gösterdiler. Hatta bir inek gösterdiler ki, 4 defa ikiz doğum yapmış. Bu inek sahibi çiftçi'nin ikiz kardeşi vardı, aynı zamanda ikiz oğulları da vardı. Bu arada bu amcamın bir iddiası da var, o da kasabanın su kaynağı. Su kaynağından örnekler alınıyor ancak herhangi bir anormal sonuç meydana çıkmıyor.

Şimdi bir soru daha var, Buenos Aires gibi Güney Amerika'nın paris'inden neden 800 km. uzaktaki bir brezilya kasabasına geldi Mengele? burada şu söylenmekte, 1960'ın mayıs aylarında, en çok kan döken nazilerden birisi olan Adolf Eichmann kaçtığı Arjantin'de, mosad tarafından yakalandı. bu da Buenos Aires'te ki büyük çoğunluktaki nazileri oldukça rahatsız etmişti, haliyle Mengele'yi de. mengele büyük kentlerden kaçmalıydı. ilk önce paraguay'a kaçtı, dostları vardı orada, kısa bir süre sonra hemen güneyindeki bir çiftliğe gitti, o çiftlikle Candido Godai arasında sadece 70 km. vardı, ayrıca bu bölgede etkin bir sınır yoktu. İstediği gibi dolaşabiliyor, her yeri ziyaret edebiliyordu. bu aşamada o yıllarda o yollarda 800 km. gitmenin imkansıza yakın olduğunu düşündüren laflar etmekte belgeseli yaparlar.

SİZCE BU MÜMKÜN MÜ? Kıymetli Yorumlarınızı Bekliyorum...

Karalayanlar

Karalayanlar Karalayanlar burada Karalayanlar burda

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Tema resimleri sndr tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript KapalıSiteyi görüntülemekte sorun yaşamamak için lütfen javascript aktif edin.